Yazıları rahat okumak için resmin üstüne tıklayınız! |
Diğer Bloglarım:
[Karikatürlerini kullanmama izin verdiği için Erdil Yaşaroğlu'na teşekkür ederim...]
'Bindiği Dalı Kesen Adam'dan İlk Kim Söz Eder?
Ünlü fıkralarından birinde Nasreddin Hoca bindiği dalı keser.
Oysa bu tema Hoca tarih sahnesine çıkmadan çok önceleri işlenmiştir.
Bu temadan ilk söz eden kişi Şirazlı Şeyh Sadi'dir.
Bölgenin aydını Sadi, adını anmadan Nasreddin Hoca'dan 'adamın biri' diye söz eder ve eserlerinde Hoca fıkrası diye bildiğimiz birkaç şakaya yer verir.
*
Biz şimdilik Şirazlı Şeyh Sadi'nin Bostan adlı eserinde yer alan ve Hoca fıkrasına altyapı hazırlayan 'Bindiği Dalı Kesen Adam' başlıklı kısa anlatısıyla ilgileniyoruz; aktaralım:
"Adamın biri ucuna bindiği bir dalı kesiyordu. Bahçe sahibi bunu gördü. Gülerek dedi ki:
'Eğer bu adam kötülük ediyorsa, bana değil, kendine ediyor.'" (Sadi, Bostan, s 58, MEB, 1985)
*
Sadi hakkında bilgi verelim:
Sadi, gezip gördüğü ve duyduğu şeyleri yeniden kurgulayarak aktaran bir yazar. Yazdıkları için yarı belgesel demek yanlış olmaz. Yeni oluşturulmakta olan Hoca tiplemesinin anlaşılan o yıllarda ünü ülke çapında değilmiş; eğer duysaydı, Sadi öyküyü mutlaka Nasreddin Hoca adını anarak aktarırdı.
O bir İslam ahlakçısıdır. Eserlerini ders çıkarmalık kısa komik şiirsel öyküler şeklinde kaleme almıştır.
Belki 1184, belki de 1212 yılında Şiraz'da doğduğu söylenir. Dini eğitimine doğduğu kentte başlamış. Nizamiye Medresesi'nde ders görmüş. Yolculuğa düşkünmüş; 14 kez Hacca gittiği söylenir. Kent, kasaba, köy, hemen hepsini yaya dolaşmış, insanlarla sohbet ederek malzeme toplamış. Yazdıklarından, ömrünün son yıllarına doğru, 1240'ta Diyarbakır'a da uğradığını, burada tek oğullu, varlıklı ama cimri bir adamla sohbet ettiğini öğreniyoruz.
Metni sizlerle paylaşacağız. Çünkü aktarılan öykü, zaman içinde Nasreddin Hoca fıkrasına dönüşmüş durumdadır ve şöyledir:
"Diyarbakır'da bir ihtiyara misafir oldum. Büyük bir serveti, güzel yüzlü bir de oğlu vardı.
Bir gece anlattı:
'Ömrümde bundan başka evladım olmadı. Şu vadide ziyaret edilen bir ağaç vardır. Herkes hacet dilemek için oraya gider. Ben de nice geceler o ağacın dibinde Tanrı'ya yalvarıp yakardım. Nihayet bana bu oğlanı ihsan buyurdu.'
İşittim ki çocuk da arkadaşlarına yavaşça:
'Keşke şu ağacın nerede olduğunu bileydim de babamın ölmesi için dua edeydim!' diyordu." (Sadi, Gülistan, s 212, MEB, 1991)
*
İç içe açılan kurgusundan anlıyoruz, bindiği dalı kesen adam anlatısı aslında orta uzunlukta bir öykü. İnsanlar bu metni zaman içinde kısaltmışlar ve Nasreddin Hoca'ya mal etmişler. Artık ilk kimin kullandığının önemi yok, bindiği dalı kesen adam teması Hoca'nın malıdır.
Cuha Anadolu'ya Ne Zaman Geldi, Ne kadar Kaldı?
( جحا ) Cuha, 1100'lü yılların Arap şaka tiplemesidir.
Ünü Kuzey Afrika'dan Mısır, Arabistan, Suriye ve İran topraklarına dek yayılmıştır. Araplar bugün bile Cuha'nın şakalarına bayılırlar. Nasıl ki günümüz Türkleri dünyaca ünlü bu Cuha'yı bilmezse, günümüz Arapları da Nasreddin Hoca'yı bilmezler. İşin gerçeği şu ki, Hoca tiplemesi, Cuha tiplemesinden yaklaşık 200 yıl sonra yaratılmıştır ve Nasreddin Hoca -belki birileri çok kızacak ama- Arap Cuha'nın manevi torunudur.
1-
Mesnevi'de Cuha
Anadolu'daki Cuha ile ilgili en eski kayıt, Mevlana'ın ünlü eseri Mesnevi'dedir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin buradaki amacı, politik karşıtı Hace Nasreddin Ahi Evren Mahmut'u aşağılayarak halk gözünde itibarsızlaştırmaktır. Mevlana, Mesnevi 2. cilt sayfa 310 ve 5. cilt sayfa 879-880'da açıkça anarak 2 Cuha öyküsüne yer verir. Bunlardan ilki, Cuha'nın bir oğlan çocuğuyla ilişki kurma girişimini içerir. İkincisinde ise Cuha kadın giysileri içinde kadınlar meclisine girer. Her ikisinde de komik duruma düşer. Cuha, işte bu yolla Arap topraklarından Anadolu topraklarına girmiştir.
2- Binbir Gece Masallarında Cuha
Arap çizerlerden 3 Cuha tiplemesi. |
Eser ilk kez, Antoine Galland'ın çevirisiyle 1704'te Fransa'da yayımlanmıştır. 1830-41 yılları arasında Edward William Lane tarafından İngilizce'ye çevrilmiş, modern Arapça derlemesi ise 1835'te Kahire'de gerçekleştirilmiştir.
Binbir Gece Masalları'nın en eski Türkçe çevirisi 1429'da yapılmıştır. İkincisini ise1842'de Cezayirli Ahmet Nazif yapmıştır. Bu çeviriler esas alınarak üretilen pek çok Osmanlıca kitaba rastlamak olasıdır.
En son ve tam metin sayabileceğimiz çeviriyi 1993'te Alim Şerif Onaran yapmış, Afa Yayıncılık yayımlamıştır. Biz çalışmamızda, bu son baskıdan yararlandık.
*
Eserde, 15. cildinin 74. sayfasından 92. sayfasına dek, 18 sayfa, Cuha'nın 29 öyküsüne yer verilmiş. Bizim, Nasreddin Hoca fıkrası olarak bildiğimiz bu anlatıların bazılarını başlıklar şeklinde sıralayalım:
1- Şimdi Kuşa Benzedin, 2- Devenin Kanadı Olsaydı, 3- Bana mı, Eşeğe mi İnanacaksın, 4- Et Buysa Kedi Nerde?, 5- Kırpıp Yıldız Yaparlar, 6- Kazan Doğurdu, 7- Tavuğun Suyunun Suyu, 8- Bu Kadar Tavuğa Bir Horoz Gerek, 9- Doksan Dokuz Altın, 10- Aynaya Bakan Timur Ağlamış, 11- Timur Geğirmiş, Hoca Yellenmiş, 12- Hoca Yellenirse Cemaat .. vb.
3-
Hazine-i Letaif'te Cuha
Hazine-i Letaif, yani Şakalar Hazinesi adlı eseri Çaylak Mehmed Tevfik Bey, 1884 yılında dönem gereği Arap harfleriyle Türkçe yayımlamıştır. Kitap dünya fıkralarından derlemeler içerir ve bu haliyle türünün Osmanlı'daki ilk örneğidir. Eserde hem Nasreddin Hoca'dan, hem de Cuha'dan ayrı ayrı fıkra örnekleri vardır ve neredeyse her iki tiplemeye mal edilen şaka sayısı birbirine eşittir.
*
1250'lerden günümüze yaklaştıkça, Cuha'ya ait olduğu söylenen fıkraların Nasreddin Hoca üzerinden anlatılmaya başlandığı görülür ve 1800'lerin sonuna doğru Cuha yarı yarıya şaka kaybeder, buna karşılık Nasreddin Hoca da bedavadan aldığı Cuha fıkralarıyla repertuvarını yaklaşık iki katına çıkarır. Başka bir deyişle, Osmanlı döneminin sonuna doğru Cuha gözden düşer, Nasreddin Hoca'nın ise yıldızı parlar. Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşı'ndan itibaren Anadolu Türklerinde de ulusal uyanış başlar. Arapların emperyalistler yanında yer alması ise Arap-Türk dostluğunu pamuk ipliğine bağlı kılar. İşte bu süreçte artık Arap şaka tiplemesi olan Cuha anılmaz olur. Ona ait ne kadar öykü varsa tümü Nasreddin Hoca'ya aktarılır.
Cumhuriyet'in ilanıyla ise Cuha hafızalardan silinir.
*
Sonuç olarak, Cuha yaklaşık 1250 yılında Anadolu'ya gelmiş, yaklaşık 1900 yılında ülkesine dönmüştür.
Bu hesaba göre diyebiliriz ki Cuha Anadolu'da 650 yıla yakın bir süre yaşamıştır.
Nasreddin Hoca Nerelidir? 2
Hemen her Nasreddin Hoca yazarının "Hoca Sivrihisar'ın Hortu Köyü'nde doğmuştur" varsayımında ısrarlı olduğunu daha önce söylemiştik. Buna karşın, Anadolu'nun bazı kentlerindeki yerel araştırmacılar ise Hoca'nın kendi kentlerinde doğduğu yönünde fikir ileri sürerler. Kullandıkları veriler yeterince net olmasa da dayanakları genelde "Sivrihisar doğumludur" diyenlerinkinden daha güvenilmez değildir.
*
Bu günlerde konuyla ilgili özellikle iki araştırmacı öne çıkmaktadır. Bunlardan ilkinin adı Halit Erkiletlioğlu'dur ve Kayserilidir; ikincisi ise Veysel Semih Danişment'tir ve Sivaslıdır.
Bu iki değerli araştırmacının savlarını ve düşündüklerini arka arkaya verelim:
1-
Nasreddin Hoca Kayserilidir:
Halit Erkiletlioğlu Kayserili yerel tarihçi. Geniş Kayseri Tarihi adlı eseri, www.kayserim.net adresli sitede tam metin yayımlanıyor. Okuduğunuzda yazarın bilgisini ve özenini takdir ediyorsunuz. Kitabın "Selçuklu Dönemi Eserleri" başlıklı bölümünde Nasreddin Hoca'nın lahdinden (mezar taşı olmalı) ayrıntılı olarak söz ediliyor:
"Beyaz kalkerden, tezyinatlı bir lâhit olup, Selçuklu sülüsü ile yazılıdır. 1.08x24 m ebadında ve ayak ucu taşı kırılmış vaziyettedir."
Erkiletlioğlu'nun bu çalışması çeşitli gazetelerde de haber olmuş.
*
Öncelikle adı geçen lahdin görüntüsünü ve Erkiletlioğlu'nun okuyuşuyla üstünde yazanları verelim.
Kayseri'deki sözü edilen Nasreddin Hoca mezar taşı
|
Arap harfleriyle Türkçe olarak şöyle:
هذا كبر المرحوم المغفور السعيد الشهيد نصرالدين خواجا بو جو ... شهر صفر سنة احدى و عشر و ستهايه
Erkiletlioğlu güncel Türkçe'ye şöyle aktarmış:
Bu kabir; rahmetli, bağışlanmış, mübarek ve şehit Nasreddin Hoca (kırıktır)'nındır. 611 (1214) yılının Safer ayında ölmüştür.
*
Burada ilginç olan, lahit üzerindeki yazıyı herkesin farklı okuyor olmasıdır.
Lahdi aslında 1940'ta dönemin Adana Müzesi Müdürü Naci Kum bulmuş, çözümlemiş ve tanıtmış. O, ilk önce, metinde geçen adı Nasreddin (نصرالدين) olarak okumuş. Bölge tarihçisi İbrahim Hakkı Konyalı 1944'te Kayseri Müzesi'ni ziyaret edip taşı incelemiş ve oradaki adın Emüriddin (اميرالدين) olduğunu söylemiş. Hatta Müze Müdürü Kemaleddin Karamete bu okuyuşu onaylayıp müze tanıtım broşüründe değişiklik yapmış.
Halit Erkiletlioğlu ise Naci Kum'un okuyuşuna geri dönüp kitabedeki adın Nasreddin Hoca (نصرالدين خواجا) olduğunda ısrar ediyor.
Eski Türkçe biliriz, fakat kitabe okuma uzmanı değiliz, ama yine de okuyabildiğimiz kadarıyla sanki Erkiletlioğlu ısrarında haklı gibi, metinde anılan şahıs, Nasreddin Hoca (نصرالدين خواجا) olabilir.
Buna göre, bir Nasreddin Hoca da Kayseri'de yaşamış.
2-
Nasreddin Hoca Erzincanlıdır:
Danişmendoğullarının soyundan geldiğini savlayan Veysel Semih Danişment ise, 800 yıllık Nakib-ül-Eşraf defterlerinden, İbn-i Bibi’nin Selçuknamesinden, vakıfnamelerden ve ailesinde bulunan ceylan derisine yazılı Danişmendli şeceresinden edindiği bilgilerle, Nasreddin Hoca'nın, 28. kuşaktan amcası olan Muhammed Danişmend Gazi’nin kardeşi Mengücek Hasan Gazi'nin torununun torunu Muhammed Muzaffereddin'in oğlu olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Nasreddin Hoca aslen o dönemde Erzincan'a bağlı olan Şebinkarahisar’da doğmuştur. Ancak Selçuklular'ın, Moğollar'a yenilmesi ile Akşehir'e götürülmüş ve Akşehir'de Moğollar tarafından esir tutulmuştur. Daha sonra ise zamanla halkın sevdiği ve benimsediği biri haline gelmiş, orada kalmıştır..”
Bulgularını kitaplaştırdığını söyleyen Danişment'in hiçbir belgesini görmüş değiliz, söylediklerinin ne kadarının doğru olduğunu bilmiyoruz. Yine de bu savın gerçeklik olma olasılığının yüksek olduğu inancındayız.
Eğer öyleyse, bir başka Nasreddin Hoca da Erzincan'da yaşamış demektir.
*
Bizim asıl beklentimiz Erzurum, Elazığ ve Adana gibi diğer Nasreddin Hoca kentlerindendir.
Çünkü Daşaş, Gakkoş, Adanalı şeref adları Ahi örgütlenmesinden bugüne kalan mirastır.
Önümüzdeki on yıl içinde yerel tarihçilerin kentlerindeki Nasreddin Hoca izlerini bulup bizimle paylaşacaklarından eminiz.
3-
Milliyet / 19 Nisan 2013:
Nasreddin Hoca'nın Mezarı (Sivrihisar'da) Bulundu.
Oldukça bulanık ve yazılar neredeyse görünmez halde, yayınlanan aşağıdaki sanduka resminin üstündeki yazıları okumamızın olanağı yok. Savın doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Yine de Hoca ile ilgili önemli bir gelişme olduğu için haberi paylaşıyoruz. Haber şöyle:
"Prof. Dr. Erol Altınsapan, Nasreddin Hoca'nın mezarının belirlenmesiyle ilgili gelişmeleri şöyle anlattı:
'50 yıl önce belediyenin yaptığı çalışmalar sırasında eski bir mezarlıkta taş sanduka bulunulup ilçedeki Ulucamii Kütüphanesi'nde muhafaza altına alınmış. Yapılan incelemelerde taşın Nasreddin Hoca'nın oğlu Ömer'e ait olduğu değerlendirmesi yapılmış. Bölgede arkeolojik kazı çalışması yaptığımız için bu taşın da fotoğraflarını çekmiştim. Tesadüfen benimle aynı üniversitede görev yapan Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Mahur Tulum bu fotoğrafı bende gördü. Fotoğrafa baktı ve ardından da uzun süre yaptığı araştırma ve incelemeler sonucunda taşın Nasreddin Hoca'ya ait olduğunu belirledi." Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Mahur Tulum da açıklamasında 'Taşta 'Burada yatan kişi Şemseddin oğlu Nasreddin Hoca'dır' yazısı olduğunu belirledik. Nasreddin Hocamızın doğduğu, büyüdüğü ve öldüğü yer olarak Sivrihisar'ı kaydetmek doğru olacaktır' dedi."
Sivrihisar'da bulunduğu ve okunduğu iddia edilen Nasreddin Hoca'nın mezar taşı. |
Şems-i Tebrizi Öldürür müydü?
Şems, Nasreddin Hoca tiplemesinin doğuşundaki en önemli etkenlerden biri. Bu nedenle Hoca'yı tanımak için, diğerlerinde olduğu gibi onun da öz yaşam öyküsünü tam doğrusu neyse öyle öğrenmek zorundayız.
*
Uzun yıllar Şems ve çevresindeki dervişlerin; dünyadan elini çekmiş, etliye sütlüye karışmayan, günlerini ibadetle, din aşkıyla geçiren, hoşgörülü, ağzı dualı, nur yüzlü insanlar olduklarını sanırdım. Böyle düşünmemi edebiyat derslerinde öğretilenler sağlamıştı. Üniversite yıllarında Mevlevi kaynaklarını okudum ve büyük hayal kırıklıkları yaşadım; çünkü hiçbiri aktarıldığı gibi değildi.
*
Sizlerle, bir tür Mevlana Sireti sayılacak olan Ahmet Eflaki'nin kaleme aldığı Ariflerin Menkıbeleri adlı eserdeki Şems-i Tebrizi bilgilerini paylaşmak niyetindeyim. Eser, yazar Eflaki Dede'nin geç yaşlarında kaleme alınmış. İlginç olan, yazım süresince Mevlana torunu Ulu Arif Çelebi'nin yazara bir tür editörlük etmiş olmasıdır. Yani metinler yazıldıkça Ulu Arif Çelebi'ye getirilir, inceletilir, kuşkulu bölümler görgü tanıklarına danışılır, yanlışlar varsa düzeltilir, bir sonraki bölüme öyle geçilirdi.
Kaynağım, MEB'in 1986'da bastığı, değerli ilahiyatçı Tahsin Yazıcı'nın çevirisi.
Eserin 2. cildinin 4. bölümü, 85 sayfa olarak Şems-i Tebrizi'yi tanıtmaya ayrılmış.
*
Eflaki, eserinde onun karakterini şöye tanımlıyor:
"Kalbi uyanık bazı büyükler, Mevlana Şems-i Tebrizi'ye Seyfu'llah (Tanrı'nın kılıcı) derlerdi; çünkü o kimden incinse, ya öldürür veya onun ruhunda yaralar açardı." (c II, s 53)
Gerçekten Şems-i Tebrizi öldürür müydü?
Eflaki, öldürdüğüne dair üstü kapalı da olsa örnekler veriyor. İşte bazıları:
1-
Aksaray'da müezzin öldürüyor:
"Mevlana Şemseddin Hazretleri bir gün de Kayseri'den Aksaray'a geldi ve bir mescitte konakladı. Yatsı namazından sonra müezzin şiddetle: 'Mescitten git, başka yerde konakla' dedi. Mevlana Şems: 'Beni bırak şurada rahat edeyim' dedi. Müezzin, ..çok şiddet gösterdi. Şemseddin de ona: 'Dilin şişsin' dedi. Hemen müezzinin dili şişti. Şemseddin de mescitten çıkıp Konya'ya gitti. Mescitin imamı, geldi, müezzini can çekişir bir halde buldu.' (c II, s 44)
İnananlar için söyleyecek sözümüz yok. Fakat bir beddua ile bir insanın dilinin şişmesi ve can çekişerek ölmesi bizim için ciddiye alınacak bir gerçeklik değil. Gençliğinde Alamut'da özellikle suikast ve yakın savaş eğitimi görmüş bir 'dai'nin çelimsiz bir müezzini komaya sokması o dönemde sıkça rastlanabilecek olaylardandı. İsmaililik bunun üstüne kurulmuş bir örgütlenmeydi çünkü. Unutmayalım, Şems-i Tebrizi bir Alamut prensiydi. (Tezkire-i Devletşah, c 2, s 251)
2-
Sema dönen dervişi öldürüyor:
"Bir gün Mevlana Şemseddin, Irak-ı Acem'de sema ediyordu. Bir kalender de o mecliste dönüyor, hırkası daima Şems'e dokunuyor ve bundan hiç çekinmiyordu. Bir iki defa kendisine: 'Ey derviş biraz öteye git' diye söyledilerse de kalender: 'Meydan geniştir' diye cevap vererek hiç aldırmadı. Mevlana Şemseddin semai bırakıp gitti. Kalenderi de o anda yere düşüp öldü." (c II, s 50-51)
Yukarıdaki tespiti anımsayalım: 'O kimden incinirse öldürürdü'. Kalender'in kusuru, incitmiş olması.
3-
Kimya Hatun'u boynunu kırarak öldürüyor:
Şems Konya'ya geldiğinde 60 yaşındadır. Mevlana, evin 15 yaşındaki kölesi ve oğlu genç Alaeddin'in yavuklusu olan Kimya Hatun'u yaşlı Şems'le evlendirir. Kız mutlu değildir, sürekli evden kaçar, belki de yavuklusu ile buluşur. Mevlana bizzat arar, bulur, kolundan tutup sürükleyerek getirir, Şems'e teslim eder. Bu, sürekli yinelenir. Son kez getirildiğinde ise olanlar olur:
"Bir gün kadınlar, Şems'ten izin almaksızın Sultan Veled'in büyük annesi ile birlikte Kimya Hatun'u gezmek maksadıyla bağa götürdüler. Birdenbire Mevlana Şemseddin eve geldi, onu evde bulamadı. ..Mevlana Şems fena halde kızdı. Kimya Hatun eve gelince hemen boynu tutuldu. Kuru bir odun gibi hareketsiz kaldı. Üç gün feryat ve figan edip öteki dünyaya göçtü. Mevlana Şems de Kimya Hatun'un ölümünden yedi gün geçtikten sonra 644 Şabanında tekrar Şam'a gitti.' (c II, 60-61)
Görüldüğü gibi sinirlenen Şems, gencecik kadının boynunu kırıyor ve cinayet soruşturmasından kurtulmak için Şam'a kaçıyor.
Ne var ki o dönemde Selçuklu sarayında Moğol baskısından dolayı yönetim değişiklikleri oluyor. Belli bir süre sonra yönetim, Ahi Evren Hace Nasreddin gibi düşünenlerin denetimine geçiyor. Hace Nasreddin yeni yönetimin hem Saray Öğretmeni, hem de bir tür İçişleri Bakanı oluyor. Tam bu sırada olay unutulmuştur umuduyla Şems Konya'ya dönüyor. Oysa olasılıkla o yokken gıyabında yargılanıp cinayet suçundan ölüme mahkum edilmiştir. Döner dönmez, Mevlana'nın oğlu Alaeddin'in de içinde bulunduğu infaz timi harekete geçiyor, gece onu Mevlana'nın evinden çıkarıyor, kararı uyguluyor, cesedini bir kuyuya atıyorlar.
*
Şu bilinmelidir ki Şems'in cinayetleri bu üç olayla sınırlı değildir.
Kılı kıpırdamadan onca cinayet işleyen bu insanı yalnızca aşk adamı olarak sunanları anladığımı söyleyemem.
Nasreddin Hoca'nın Kızlarının Mezar Taşları
Kaynaklarda Nasreddin Hoca'nın kızlarının mezar taşlarının bulunduğu yazmaktadır. 1960'lı yıllarda bulunan bu mezar taşları halen Akşehir Müzesi'nde saklanıyormuş. Sivrihisar doğumlu olan kızın adı Fatıma, Akşehir doğumlu olan kızın adı da Dürrü Melek olarak tesbit edilmiş.
İyi hoş da, biliyoruz, Nasreddin Hoca çocuksuzdu.
*
Pek çok araştırmacı, bu bilgiyi tartışılmaz veri olarak kullanmış.
Örnek olması gerekçesiyle, birbirinin fotokopisi gibi duran bu aktarımlardan önemli bir Hoca yazarı olan Alpay Kabacalı'nın metnini olduğu gibi vermenin uygun olacağını düşündük. Yazarın, 'Bütün Yönleriyle Nasreddin Hoca' adını koyduğu söz konusu kitabını 1991 yılında Özgür Yayınları basmış. 9. sayfasında şunlar yazmaktadır:
Akşehir'deki Nasreddin Hoca Türbesi.
Sanduka yeni zamanda yapılşıtır.
Ölüm tarihi 386 yazılı buluntu mermer
parçası da bu sandukanın baş bölümünün
alınlığına sonradan konmuştur.
|
Hatun binti
Hace Nasreddin Nosrat
tegammadahallahu bi gufranihi
..............
Sab'atu ve ışrine ve seb'a mia
Son satırdaki Arapça sayılar H. 727-M. 1327 tarihini vermektedir. Demek ki, Hoca 1284'te öldüğüne göre, kızı ondan sonra 43 yıl daha yaşamıştır.
1962 yılında türbenin çevresi açılırken, Hoca'nın ayak ucunda bir kitabe bulunmuştur. Bu, Selçuklu dönemi figürlü mezartaşlarının özelliklerini taşımaktadır ve ön yüzünde
İntekalet
el-merhume
Dürri Melek binti Nasreddin
yazılıdır. Bu taş da Akşehir Müzesi'ndedir. Ölüm tarihinin ayak taşında olması gerekir; ayak taşı bulunamamıştır."
(A. Kabacalı, Nasreddin Hoca, s 9, Özgür, 1991)
*
Sıkıntı şu ki hem Şemseddin Sami, hem Cevat Hakkı Tarım, hem de Mikail Bayram, bir fıkrasını da tanık göstererek ilk Nasreddin Hoca'nın II. Alaaddin Keykubat zamanında yaşadığını söylemektedir.
(Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lam c 6, s 4577-4578 / ش. سامى، قاموس الاعلام،التنجى جلد،٤٥٧٧; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri-Gülşehri, s 80, 1948; Mikail Bayram, Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s 39, 2004)
Mevlana'nın Mesnevi'de Cuha diye andığı kişi de aynı dönemin insanı gibi.
Mikail Bayram, Cuha ile Ahi Evren Nasreddin Hoca'nın aynı kişi olduğunu söylemektedir ve sanki bunda da haklıdır. Çünkü Mesnevi'de anılan Cuha ile Kırşehir'de öldürülen Ahi Evren'in özellikleri birbiriyle tamamiyle örtüşmektedir; Cuha yoksuldur, öğretmendir, kitap yazarıdır, çocuksuzdur; Ahi Evren Nasreddin Hoca da yoksuldur, öğretmendir, kitap yazarıdır ve çocuksuzdur.
Soru şu:
Çocuk edinmekten yoksun bir adam, nasıl olmuştur da iki kız çocuğunun öz babası olmuştur?
*
Bütün bunlar, bizim, 'Anadolu'da birden fazla Nasreddin Hoca yaşamıştır' savımızı kanıtlar.
İşin gerçeği şu ki, Akşehir'in ayrı, Sivrihisar'ın ayrı, Konya'nın ayrı, Kırşehir'in ayrı, Kayseri'nin ayrı Hocası olmuş. Belli ki bulunan söz konusu mezar taşları da onlardan ikisinin kızlarına ait.
Üç Nasreddin Hoca, Üç Politik Duruş
Yaygın bilinenin aksine Anadolu'da ve Ortadoğu'da pek çok Nasreddin Hoca yaşamış. Biz, bu Hocaların, tarih kayıtlarına geçmiş olan üç tanesinden ve onların toplum karşısında takındıkları tavırlardan söz edeceğiz; adları şöyle:
1- Ahi Evren Hace Nasirü'd-din Mahmud b. Ahmed el- Hoyi,
2- Hace Nasreddin b. Muzafereddin Yavlak Arslan,
3- Ebu Cafer Hace Nasreddin Muhammed b. Hasan Ebubekir el-Tusi.
*
1-
*
1-
Ahi Evren Hace Nasırü'd-din Mahmud b. Ahmed el-Hoyi:
Adının sonundaki 'Hoyi' ibaresi, onun Azerbaycan'ın Hoy kentinde doğmuş olduğunu gösterir. 1171'de dünyaya geldiği ve 1200'lü yılların başında Bağdat'ta bulunduğu sanılmaktadır. Bu yıllar, Bağdat Halifesi Nasır li-Dinillah'ın kendisini Fütüvvet örgütünün lideri ilan ettiği yıllardır. 1204'te Selçuklu tahtına I. Gıyasseddin Keyhüsrev ikinci kez çıkarken, Bağdat halifesi cülus törenine dönemin en yetkin bilginlerinden Mecdü'd-din İshaki'nin başkanlık ettiği, içinde Muhyi'd-din Arabi'nin, el-Berzai'nin, Ehvedü'd-din Kirmani'nin ve genç Nasirü'd-din Mahmud'un bulunduğu bir elçilik heyeti gönderdi.
Tebrizli gözüyle Hoca |
Nasreddin Hoca Anadolu şeyhleri lideriğine gelen üçüncü 'Hüccet'tir. Kendisinden önceki Hüccet, kayınpederi Kirmani idi. Eşi Fatma, Hoca'nın ölümünden sonra Moğol'a esir düşmüş, kurtulmuş, Hacı Bektaş korumasında Bacıyan-ı Rum örgütünü kurmuştur.
I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaeddin Keykubat da Fütüvvet üyesi olmuşlardı. İşler, II. Gıyaseddin'in, babası I. Alaeddin'i zehirlemesiyle bozuldu. Gıyaseddin'in oğulları döneminde ise her şey tersine döndü. Bağdat ve Alamut'da da durum aynıydı. Moğol'a teslim olmaktan yana tavır alan yeni Bağdat ve Alamut devlet yetkilileri, bölgeye haber gönderdiler. Bu tavır Nasırü'd-din Mahmud'a ters geldi ve kendisini atayan Halife Nasır'a sadık kalmayı sürdürdü. Irak, Suriye ve Anadolu ortak Fütüvvet örgütlenmesi dağılmak üzereydi. Hoca, örgütü Anadolu'da olsun ayakta tutabilmek için Türkmenler'e dayalı yeni bir hareket oluşturdu ve adını da Ahi koydu. Ahiler günün yarısını esnaf olarak üretime, yarısını da -Alamut'ta olduğu gibi- silahlı eğitime ayırıyorlardı. Selçuklu'nun jandarması konumundaydılar.
İşgalci Moğol'u kovmak için elde kılıç bekliyorlardı. Öldüler, eğilmediler.
2- Hace Nasreddin b. Muzafereddin Yavlak Arslan:
İsmail Hami Danişmend 1940 yılında 'Nasreddin Hoca Kim?' başlıklı bir makale yayımlamış. Orada gerçek Hoca'nın Kastamonu emiri Çobanoğulları'ndan Arslan Yavlak'ın oğlu olduğunu söylemektedir. Paris'te rastladığı Anonim Selçuklu Tarihi adlı eser, tek dayanağıdır. Söz konusu eseri F. N. Uzluk 1952'de Türkçe'ye çevirip basmış. Kitabın 54-59. sayfalarında bu Hoca'dan söz edilir.
Verilen bilgilere göre Hace Nasreddin b. Yavlak Arslan, üçüncü kuşak Kastamonu Emiridir. Birinci Hoca'dan tam 30 yıl sonra, 1291'de öldürülmüştür. O da başlarda Moğol'a direnme yanlısı bir tavır takınmış, fakat Moğol'un desteğini arkasına alan -sonradan Osman Bey'in veziri olacak- Candar, ülkesini elinden almıştır. O da Anonim Tarih'e göre, Selçuklu'nun Veziri ve Maliye Bakanı olmuştur. Moğol İlhanlı (İran Moğol Devleti)'nın o dönemki lideri Geyhatu, ekonomik kriz içinde olduğundan Anadolu insanını acımasızca vergilendirmektedir. Anadolu halkı açlıktan kırılmaktayken devreye Nasreddin Hoca girer ve vergileri normal düzeyine indirtir. Danişmend, onunla Moğol liderler arasında geçen masalsı öykülerin Timur-Hoca fıkralarını andırdığını söyler.
3-
Hace Nasreddin Muhammed el-Tusi:
Tusi, Anadolulu değildir. Mevlevi eserlerde ve özellikle Ariflerin Menkıbeleri'nde anılışından anlıyoruz, etkisi, Mevlana ve çevresinde büyüktür. Azarbeycan'ın Tus kentinde bir İsmaili olarak doğmuş, felsefe, tıp, matematik ve astronomi alanlarında kendini yetiştirmeye çalışmıştır. İsmaililer onu pek sevmez. Son 20 yılını Alamut kalesinde astronomi üzerinde çalışarak geçirmiştir. Son Alamut lideri Hürşah'ı Moğol'a teslim olmaya ikna eden odur. 1258'de Alamut gizli geçitlerinin yerini söyleyerek Moğol'un Alamut Kalesi'ni yıkmasına ve kendisini yetiştiren o dillere destan kütüphaneyi yakmalarına yardımcı olmuştur. Tarihçi Cüveyni ve Hace Nasreddin Tusi, kütüphaneden işlerine yarayacağına inandıkları bilimsel eserleri ayırır, yanlarına alırlar.
Tusi, bu kanlı mirasla Meraga'da ünlü rasathanesini kurar.
Hace Nasreddin Tusi'nin yaptıkları bununla sınırlı değildir:
Birincisi, Bağdat'ı kuşatıp esir aldığında Hülagu, Halife'yi ve onun çevresindeki bilim insanlarını öldürtmek ister. Fakat bazı vicdanlı danışmanları Moğol'un Şaman inançlarını kullanarak o insanları kurtarmak için hamle yapar ve 'Halife kutsal biridir, öldürürseniz başınıza kötü şeyler gelir,' derler. Hace Nasreddin Tusi araya girer ve bunun yalan olduğunu söyler. Böylece hem Halife ile ailesinin, hem de iyi niyetli danışmanların boynu vurulur.
İkincisi, Anadolu kültürünü yağmalayan Moğol yetkililer, Hace Nasreddin Hoyi'nin, yani Ahi Evren'in eserlerini ele geçirirler ve Tusi'den ondaki "kötü" bölümleri çıkarmasını, yerine kendi fikirlerine uygun ilaveler yapmasını, hatta kitaplara Tusi imzasını atmasını isterler. O da bu emri sorun etmeden yerine getirir. Hatta marifetmiş gibi bu yaptıklarını eserlerin girişlerine övünerek yazar.
*
İşte size üç Nasreddin Hoca ve özet yaşam öyküleri.
Bir Çağdaş Nasreddin Hoca Fıkrası
Bir gün komşusu, Nasreddin Hoca'yı eşeğinin önünde oturmuş kağıda bir şeyler karalarken bulmuş.
Ne yaptığını sorunca Hoca da:
- Eşeğime swot analizi yapıyorum, demiş.
- Swot analizi nedir, diye sormuş, komşusu.
Hoca anlatmış:
- Eşeğimin güçlü-zayıf yönlerini ve kendisi için olan fırsatlarla tehlikeleri bu şekilde yazıyorum. Komşusu:
- Peki sonra ne olacak, diye sorunca, o da:
- Böylece iyi bir plan yapıp eşeğimi maksimum verimle çalıştırabileceğim, demiş.
Bunun üzerine komşusu:
-Bütün eşekler aynı değil mi, analize ne gerek var, diye sormuş. Nasreddin Hoca:
- Öyle deme komşum, demiş. Mesela benimkini atlarla otlatınca daha bir şevkle çalışıyor. Kendini at sanması onun güçlü tarafı. Öğleden sonra bir de ineklerle otlatacağım. Belki sütünü bile içerim, deyince komşusu:
-Bekle Hoca, demiş, benim eşeği kapıp geliyorum. Hoca bunu duyunca hemen atılmış:
-Aman komşu, eşekleri bir araya getirmeyelim, eşek olduklarını anlıyorlar!
Ne yaptığını sorunca Hoca da:
- Eşeğime swot analizi yapıyorum, demiş.
- Swot analizi nedir, diye sormuş, komşusu.
Hoca anlatmış:
- Eşeğimin güçlü-zayıf yönlerini ve kendisi için olan fırsatlarla tehlikeleri bu şekilde yazıyorum. Komşusu:
- Peki sonra ne olacak, diye sorunca, o da:
- Böylece iyi bir plan yapıp eşeğimi maksimum verimle çalıştırabileceğim, demiş.
Bunun üzerine komşusu:
-Bütün eşekler aynı değil mi, analize ne gerek var, diye sormuş. Nasreddin Hoca:
- Öyle deme komşum, demiş. Mesela benimkini atlarla otlatınca daha bir şevkle çalışıyor. Kendini at sanması onun güçlü tarafı. Öğleden sonra bir de ineklerle otlatacağım. Belki sütünü bile içerim, deyince komşusu:
-Bekle Hoca, demiş, benim eşeği kapıp geliyorum. Hoca bunu duyunca hemen atılmış:
-Aman komşu, eşekleri bir araya getirmeyelim, eşek olduklarını anlıyorlar!
Nasreddin Hoca ve Açık-Saçıklık
Farkındayım, konu riskli; ama görmezden de gelemem.
*
Bilirsiniz, erkek erkeğe şakalaşırken iş gelir, fıkra anlatmaya dayanır. Anlatılan fıkraların tamamı açık-saçıktır ve konular, her türlü ilişkiden enseste kadar uzanır. İstatistik yapılsa kocasını aldatan kadın fıkraları rekor kırar. Sanırım kadınlar için de geçerlidir böylesi. Resmiyet başladığında ise hemen hepimiz bu olguyu yok sayarız. İyi de neden?
*
1980 sonrası iktidarının kültür bakanı A. Oktay Güner girişimiyle ülkemizde bir Nasreddin Hoca Sempozyumu düzenleniyor. Yurt içinden, yurt dışından çeşitli bilimadamları Hoca bildirisi sunsunlar diye davet ediliyor. Davetliler bildirilerini okumaya başlıyorlar. Sıra, yaşayan en büyük Hoca uzmanlarımızdan Prof. İlhan Başgöz'e geliyor. Fıkra örnekleri verirken seyirciler protesto etmeye başlıyor. Başgöz de bildirisini yarıda kesip toplantıyı terk ediyor.
Tepkiler, verilen fıkra örneklerinin açık-saçık olmasına yönelik...
Savunmasında Başgöz, yaklaşık şunları söylüyor:
"Hoca halk adamıdır. Anadolu'da insanlar hala küfürlü konuşur ve içinde küfür barındıran sözlerle sohbet eder. Nasreddin Hoca fıkralarındaki küfürler, doğal yaşamın bir parçası olarak orada varlar. Babam yargıçtı. Çocukken bazan beni de duruşmalara götürürdü. Bir gün tecavüz davası görülüyordu, babam mağdur kıza 'olayı anlat' dedi. Kız da: 'Bu adam beni si...' dedi. Babam da, 'kızım açık açık söyleme, sinkaf etti de ben anlarım' diye uyardı. Ama zavallı kız uyarıyı kısa sürede unuttu ve olayı başından sonuna 'si...' sözcüğü kullanarak anlattı. O zavallı kız için o söz neyse, Hoca için de açık-saçıklık aynıdır."
Tarihe gömüldüğüne inandığımız bir zamanda aynı anlayış yeniden hortladı.
Sanırım 1995'ti. Gazeteler, YKY'nin basıp dağıttığı Pertev Naili Boratav'ın Nasreddin Hoca kitabını kendi kararıyla toplattığını yazdı. Gerekçesi ise fıkra örneklerinin açık-saçık olmasıydı. Bu eşsiz bilimsel eseri sonradan başka yayınevleri bastılar da, bir adet edinebildik.
*
İlkokulu bitirinceye dek Ardahan'ın Dedegül Köyü'de yaşadım. Kışın kar, evlerin damına dek yükselirdi. Kanallar açılır, komşulara o yoldan ulaşılırdı. Her gece birkaç aile bir evde toplanıp sohbet ederlerdi. Toplantının yaşlı ve itibarlı olanı çeşitli öyküler anlatırdı. Öykülerin arasında da konuyu aydınlatsın diye fıkra örnekleri verirdi. Verilen örnekler içinde Hoca fıkraları ağırlıktaydı ve tamamına yakını açık-saçıktı. Topluluk içinde kadınlar ve biz çocuklar da vardı ve kimse bunun ayıp olduğunu söylemezdi. Ben, açık-saçıklığın ayıp olduğunu kente geldiğimde öğrendim.
*
Kısaca söylersek, açık-saçıklık, yaşamın vazgeçilmez bir unsurudur, Hoca'da olduğu gibi...
*
Sözü, Boratav'ın yasaklanan kitabından birkaç açık-saçık fıkra örneği vererek bitirelim:
1-
Çeşme Başındaki Kadınlar
Nasraddin Hoca meğer günlerden bir gün yolda gide durur iken ittifak bir çeşmede, ve yahud bir derede bir alay avratlar, kız, gelin, don, gönlek ve espap yurlar imiş. Hoca bunların yanlarına geldiğinleyin bu avratlar Hoca'ya karşu amlarını açmışlar, dahi: "Şuna ne derler?" demişler. Hoca aydur: "Buna Türkçe am derler." demiş. Avratlar aydur: "Yok, Hoca! Sen bunu bilemedün." dediler. Hoca aydur: "Ya bunun adı, namı nedür?" dedi. "Bana cevab verün." dedi. Mezkureler ayıtmışlar: "Buna garip ölüsi maşadı (mezarı/kç) derler." demişler. Hoca bunlardan bu cevabı işidicek, alel-fevr heman ol dem ..zekerini bir pare köhne bez paresine sarup ..bir yorgancuk üzerine komış. Dahi: "Vahdehu la şerike lehu" deyüp ol avratlara karşu gelüp bu avratlar bu hali göricek: "Bu nedür?" diyecük Hoca aydur: "Bu ol garib ölüsidür. Yerine, hakkına koyalum." der. Hele avratların bir iştahlısına yerleşdürmiş. Tamam içinde iken bu avrat el urmış. Hoca'nın iki taşağın kavrar. "Bu nedür, ey Hoca?" demiş. Hoca aydur: "Bu ol garibün oğlancuklarıdur. Bunda ta'ziyyetine geldiler." demiş.
2-
Hoca'nın Kızının Oynaşı
Nasraddin Hoca'nın bir tarlası varmış; dayima yoklarlarmış. İttifak bir gece varmış, beklemiş. Meğer kim kızınun bir herif oynaşı varımış. Meğer ol gelmiş. Kızla oynaşurken aydur, ayıtmış: "Gel, ben aygır olayım, sen kısrak ol." demiş. Kız dahi: "Hoş." demiş. Oynaşı dahı kişneyüp, aygırlanup kızın üzerine yörürken ittifak gözi Nasraddin Hoca'ya duş olur; heman döner, gider. Kız dahi bir tutam hasıl (ot, ekin yeşili/kç) eline almış: "Çüş, çüş" deyü ardına düşmiş. Nasraddin Hoca aydur: "Kızım! Şunun gibi ak peserek, zerdali yivli, şeftali tüyli amı koyup giden ahmak hiç bir tutam hasıla gele mi?" demiş.
3-
Minare Ne İşe Yarar
Nasraddin Hoca bir gün bir minare görmiş. "Şuna ne derler?" demiş. "Buna şar (kent/kç) siki derler." demişler. Nasraddin Hoca bunlara ayıtmış ki: "Andan, buna olur götünüz var mıdır?" demiş.
*
Kaynak: Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, Kırmızı Yayınları, 2007.
Şems-i Tebrizi Bir Alamut Prensi midir?
Geçen yıl, Şems-i Tebrizi'nin Makalat ve Bab-ı Aşk adlı eserlerini edinmek istedim, internet kitapçılarının çoğunda her iki kitap için de 'tükendi' yazısıyla karşılaştım. Birkaç baskısı yapılmasına karşın eserlere olan talep karşılanamıyormuş. İki popüler yazar, Ahmet Ümit ve Elif Şafak romanlarında karakter olarak kullandıkları için okurun dikkatini Şems-i Tebrizi üzerine çekmiş olmalılar; kitaplar bunun için yok satıyor sanırım. Şu bir gerçeklik, bu günlerde ülkemizde Şems, televizyon yıldızları denli ünlü.
*
İyi de, kim bu Şems-i Tebrizi?
Eflaki, Muhammed b. Ali. b. Melekdad-i Tebrizi, (Ariflerin Menkıbeleri II, s 35, MEB) ve Abdulbaki Gölpınarlı, Divan-ı Kebir'in sunuş yazısında tam adının Melikdad oğlu Muhammed Şemseddin-i Tebrizi olduğunu söylüyor.. (Mevlana, Divan-ı Kebir, c1, İş Bankası, 2008)
Oysa Devletşah, ünlü Tezkire'sinde Şems-i Tebrizi'nin bir Alamut prensi olduğunu yazar; aktaralım:
'Şeyh Şemsü'd-din'e gelince bu zat İsmaililerin daisi olan Kiya Büzürg (Hasan Sabbah'tan sonraki Alamut lideri / kç)'ün neslinden olan (Alamut 6. lideri / kç) Havend Celalü'd-din oğludur. Havend Celalü'd-din kendi baba ve büyük babalarının (İsmaili / kç) mezhep ve itikatını bırakmış, (sünni / kç) İslamiyet'in itikat esaslarını melahidenin (dinsiz İsmaliler'in / kç) kaleleri ve memleketlerinde yaymış idi. Celalü'd-din oğlunu ilim ve edep tahsili için gizlice Tebriz'e gönderdi. (Çocukluğunda İsmaili eğitimi almış olan / kç) Şemsü'd-din bir müddet Tebriz'de (sünni / kç) ilim ve edep tahsili ile meşgul oldu.' (Tezkire-i Devletşah, s 251, Tercüman, 1977)
Bize göre Eflaki ve Gölpınarlı yanılıyor, Devletşah oğruyu söylüyor. Çünkü bilim dünyası İsmaililik konusuna son 70 yıldır ilgi duyuyor ve işini ciddiye alanlar Devletşah'a hak verir gibi.
*
1230'larda, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şems-i Tebrizi Konya'ya gelene dek şiir yazamamış. (H. Ritter, İslam Ansiklopadisi, c 3, s 53)
Daha ilk karşılaşmalarında öğrenci-öğretmen ilişkisi başlamış. Öğretmen Şems'in ilk işi, Mevlana'ya, babası Bahaeddin Veled'in zahiri bilgiler içeren kitaplarını okumasını yasaklamak olmuş. (Ariflerin Menkıbeleri II, s 43, MEB) Onu tam bir batıni yapmak için gece gündüz uğraşmış. Mesnevi ve Divan-ı Kebir'i okuyanlar, bunu başardığını görürler. O yıllarda Halife Nasır Lidinillah, Bağdat-Alamut-Konya hattında Moğol'a direniş ittifakı kurmuştu. Direnişi örgütlesinler diye de çeşitli bölgelere Hüccetler / Haceler / Hocalar atamıştı. O yılların Anadolu Hücceti, Hace Nasreddin'di. Fakat kısa süre sonra her üç merkezin prensleri babalarını öldürmüş, Lidinillah direniş ittifakını Moğol'a teslimiyet ittifakına dönüştürmüşlerdi. Yeni siyasi irade, tüm bölgelere yeni temsilcler gönderdi. Eski temsilciler de yeni siyasi görüşü tanımadılar ve babalarının siyasetini sürdürme kararı aldılar. Böylece ittifak, iki düşman kampa ayrıldı. Bu iki kampın Anadolu'daki eski siyasi lideri, Hace Nasreddin Mahmut el-Hoyi idi, yeni siyasetin lideri ise yeğeni Hürşah'ın bölge temsilcisi olan Şems-i Tebrizi'nin örgütlediği öğrencisi Mevlana Celaleddin Rumi oldu. Moğol yaklaştıkça herkes can derdine düştü, gerginlik tırmandı. Önce Hace Nasreddin, Şems'i Konya'da, sonra Mevlana, Hace Nasreddin'i sürgün yeri Kırşehir'de öldürttü. (M. Bayram, Ahi Evren-Mevlana Mücdelesi, s 42)
*Konuyu daha anlaşılır kılmak için gelin biraz da Şems-i Tebrizi'nin geçmişinden, eğitiminden, görevlerinden ve bölgeyi alt-üst eden dönemin siyasi çekişmelerinden söz edelim:
1210'da babasını öldürten Celaleddin Hasan III, 6. Alamut efendisi olarak yönetimi ele aldı ve ilk icraatı, 'Kıyamet' uygulamasından 'Şeriat' uygulamasına geri dönüldüğünü ilan etmek oldu. Bu yıllarda Eyyubiler Mısır'daki İsmaili devletini yıkmış, Alamut'u halifesiz bırakmışlardı. Celaleddin Hasan III, İsmaililik'ten Sünni inancasına girdiğini de açıkladı. Halife Nasır Lidinillah onu yeni bir lakapla onurlandırdı; böylece adı Havend (yeni müslüman) Celaleddin oldu. Atılan bu adıma karşılık halife de -kimilerine göre Şii öğretiyi kabullenerek- askeri işleri Alamut yönetimine devretti. Hüccet / Hace / Hoca seçimini -anlaşma gereği- İsmali kökenlilerden Alamut yönetimi yapıyor, Sünni halife Lidinillah da seçilenlerin atamasını gerçekleştiriyordu. Karma öğretinin bu yeni Hüccetlerine Muallim, Molla, Hoca denir oldu. (F. Daftari, İsmaililer, s 550) Bu nedenle Hoca fıkraları bazen Bektaşi fıkralarına, bazen Sünni anlayışına yakındır.
Lidinillah, ünlü bilgin Sühreverdi'yi göndererek yeni Konya Sultanı Alaaddin Keykubat'ı törenle Fütüvvet üyesi yaptı ve Moğol'a direniş ittifakının üçüncü ayağı olarak atadı. (İbni Bibi, Anadolu Selçuki Tarihi, s 93) Anlaşma gereği Selçuklu, Alamut'a vergi verir oldu. (B. Lewis, Alamut Kalesi, s 207)
Şems'in vatanı Alamut Kalesi'nin temsili resmi. |
Yaklaşık 10 yıl sonra Alamut'ta darbe oldu, eşleri Havend Celaleddin'i zehirleyip öldürdüler. Yerine Şems'in küçük yaştaki üvey kardeşi Alaeddin Muhammed, 7. Efendi olarak getirildi. Bu, Şems için ölümcül tehlike demekti. Uzun süre Alamut'a gitmedi. İzini kaybettirmek için derviş kılığında ve Tebriz'li bir tüccarın oğlu kimliği ile Şam ve Anadolu'da dolaştı.
Büyüyen üvey kardeş Alaeddin, Alamut politikasını, Moğol'a direnme anlamı taşıyan Hasan Sabbah öğretisine geri döndürmeye çalışıyordu. Bu tavır onu, 'Moğol'a teslim olalım, canımız kurtaralım' inancındaki genç oğlu Rükneddin ile -ki bu fikri kafasına Hace Nasreddin el-Tusi'nin soktuğu söylenir- karşı karşıya getirmişti. Çatışma, 1255'te oğlun babayı öldürtmesiyle sonuçlandı.
8. Alamut Efendisi olan Rükneddin Hürşah, Lidinillah direniş üçlü ittifakını, teslimiyet ittifakına çevirdi ve Moğol bölge lideri Hülagu'ya Alamut'u teslim edeceğine dair haber gönderdi.
Bu arada Şems-i Tebrizi 60 yaşına gelmişti. Yeğeni Rükneddin Hürşah'ın teslimiyet siyasetini benimsedi, geçici olarak baba ocağına döndü, hatta Moğolistan'a gönderilen Alamut heyetine başkanlık bile etti. (F. Daftari, İsmaililer, s 579) Daha sonra yeğeni onu, İsmaili direniş örgütlenmesini teslimiyet örütlenmesine çevirmesi için Suriye ve Anadolu'ya bölge daisi olarak atadı. Amca-yeğen, bu başarılabilirse, Moğol'un kendilerine dokunmayacağına inanıyorlardı. Şems, bu hevesle Şam'dan Konya'ya geldi. Halife Nasır Lidinillah yanlısı Nasırcılar'ın, diğer adıyla Nasreddiniler'in eski direniş siyasetinde kararlı olduklarını gördü. Hatta prens oluşuna bakmaksızın onu dışlamışlardı da... O da, Nasır yanlılarıyla başından beri arası açık olan Mevlana'ya yöneldi. Mevlana, batıni bilgiden yoksun, kafası yüzeysel zahiri bilgiler dolu olduğu halde şair olabilmek için kıvranır durumdaydı. Şems, öğretmeni oldu, sıkı bir batıni / İsmaili eğitimle onu olgunlaştırdı, şiir yazabilir hale getirdi ve Rükneddin Hürşah'ın savaşmaksızın Moğol'a teslim olma politikasının Anadolu temsilcisi yaptı.
Gerisi biliniyor; ardından çekişmeler, kavgalar ve karşılıklı öldürmeler geldi.
*
Mevlana, bu savaşta en etkili silah olan hicvi / mizahı kullanmaya başladı ve Anadolu Hüccet'i Hace Nasreddin'i Cuha olarak sunar oldu. Cuha, Mısır, Suriye, Lübnan vb. gibi ülkelerde 200 yıl önce İsmaili Hüccetleri küçük düşürmek için yaratılmış etkili bir tiplemeydi. Yakıştırma, bu nedenle kısa sürede halk arasında kabul gördü.
Zamanla Cuha geri çekildi, Hace Nasreddin alenen söylenmeye başladı.
Nasreddin Hoca tiplemesi de böylece olgunlaşmış oldu.
*
Bu veriler bize 'Evet, Şems-i Tebrizi bir Alamut prensiydi' dedirtiyor.
Takdir ve karar elbette ki sizin.
Saltuk-Name'de Nasreddin Hoca
Saltuk-Name'yi Hoca uzmanları pek önemserler ve özellikle Ahi Evren ile Nasreddin Hoca'nın farklı kişiler olduğunun tanığı olarak sunarlar.
Oysa biz bu kaynağın bir hayli tartışmalı olduğu inancındayız.
*
Önce eser hakkında özet bilgi verelim:
Yazarının adı Ebül-Hayr-ı Rumi.
Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Cem Sultan tarafından görevlendirilen yazar, ünlü Bektaşi dervişi Sarı Saltuk'un yaşam öyküsünü derleyebilmek için Anadolu ve Rumeli'de yaklaşık 7 yıl dolaşır, rastladığı hemen her insandan söylence derler, notlarını düzenler, kitap haline sokar ve finansörü şehzade Cem Sultan'a sunar. Eser, Arap harfleriyle Türkçe yazılmış.
Şükrü Haluk Akalın Latin harfleri'ne çevirmiş, Kültür Bakanlığı da 1988'de 3 cilt olarak basmış.
*
Bizi ilgilendiren, eserin 2. cildi. Çünkü bu cildin 140-141 ve 180-181. sayfalarında diğer veliler yanında Nasreddin Hoca'dan da söz edilir. Okuduğunuzdan, 250 yıllık Selçuklu döneminde yaşayan tüm ünlülerin Nasreddin Hoca ile Sarı Saltuk'un yaşıtları olduğu fikrine kapılırsınız; şöyle:
"Andan Konya şehrine geldi, uğramayup dahi azm-i şehr-i Akyanos (Akşehir/kç) idüp gitti. Çünkim şehre gelüp yetişti, bir bağ kenarında kondı, birez dinlendi. Na-gah bir kişi çıkageldi, Seyyid'e (Sarı Saltuk'a/kç) selam verdi. Server (Sarı Saltuk/kç) sordi kim: 'Siz kimlersiz, sizi evvela bilelüm.' didi. Pes ol kişi eyitti: 'Sultanım, muhibbünüz duacı Hace Nasirü'd-din'dür, eğer ki işittüğünüz varsa' dedi. Server tebessüm eyledi. Zira bu Nasirü'd-din'ün halk içinde latifelerin söylerlerdi, kitabında malumdur, yazmışlardur." (s 140-141)
"Andan Server Malatya'ya gitti. ..Andan dönüp azm idüp Kır-Şehri'ne geldi. Andan ol şehirde olan velilerle bulıştı. ..Hacı Bektaş ve Ahi Evran ve Seyyid Yusuf-ı Kaşgari ve Uryan Baba, Toğan Baba ve hem niçe veliler gelüp anda cem olup sohbet eylediler. Server andan girü anlara veda idüp azm-i Konya eyledi. Anda dahi varup Hazret-i Mevlana ile Şems-i Tebrizi ile ve Hüsamü'd-din ve ehlu'llah gelüp hasbihal oldılar. Bir niçe gün sohbet kılup andan azm ider. Akyanos (Akşehir/kç) şehrine gitti. ..Pes Server andan durdı, Hace Nasirü'd-din evine geldi. (s 180-181)
*
Verilen bilgilere göre Ahi Evren ve Hace Nasirü'd-din aynı yıllarda yaşamış iki ayrı insandır. Diğer bilgiler ciddiye alınır türden olsaydı, bu bilginin doğruluğundan kuşku duymazdık.
*
Yukarıdaki metin her yönüyle bize güvenilir görünmüyor; bunu iki madde halinde açıklayabiliriz:
1- Ebül-Hayr-ı Rumi, Sarı Saltuk'u üç cilt içinde bize tam bir Süpermen olarak sunar.
2- Birbirleriyle asla dönemdaş olmayan insanları yan yana getirir, sohbet ettirir.
Şimdi bunları kısacık açmaya çalışalım:
1-
Süper Sarı Saltuk
Kitabın 139 ve 140. sayfalarında Şu öykü anlatılır: Sarı Saltuk Horasan'da, Ceyhun Nehri kıyısındadır. Amacı Anadolu'ya gelmektir. Yol, aylar, belki yıllar sürecek uzunluktadır. Birden yanında Hızır belirir ve ona: 'Yum gözünü' der. Sarı Saltuk yumar. 'Aç gözünü' der, açar. Bakar ki, bir göz kırpma süresinde Ceyhun kıyısından Fırat kıyısına gelmiştir. Bu, gerçeklik olarak anlatılır. İşin ilginci, kitap bu tür öykülerle tıka basa doludur: Hazret doğa yasası tanımaz biridir, öyle ki bu kentte tahta kılıcını çeker savurur, öteki kentteki hasmının kellesini keser, uçurur. Suya atarlar boğulmaz, ateşe atarlar yanmaz. Görüştüğü insanların zaman aralığı 150 yıldan fazladır. Buna göre yaşı 200'e dayanmış olmalıdır, fakat hala kentler arası mesafeleri yaya olarak ve çevik adımlarla alır.
2-
Ölüyle Sohbet
Tarihsel belgelere ters anlatımlara yer verir.
Örneğin yukarıdaki ikinci alıntıda Sarı Saltuk önce Kırşehir'e gider, Ahi Evren'le görüşür. Yola devam eder, Konya'ya gelip Şems-i Tebrizi ile sohbet eder. Sorun şu ki Ahi Evren, Şems-i Tebrizi'yi öldürttüğü için daha önce hiç gelmediği Kırşehir'e sürülmüştür. Bu duruma göre, Sarı Saltuk'un Ahi Evren'den sonra Konya'da çoktan ölmüş olan Şems-i Tebrizi ile sohbet etmesi olanaksızdır.
*
Bu nedenle biz, bu kaynağın veri olarak kabul edilmesini doğru bulmuyoruz.
Nasreddin Hoca Fıkraları Nasıl Anlatılırdı?
Fıkra anlatmanın da bir adabı, bir seremonisi, bir 'raconu' varmış.
Bunu sizlere iki başlık altında aktarmaya çalışacağım:
1- El yazmalarındaki Hoca fıkrası anlatımı,
2- Halk arasındaki Hoca fıkrası anlatımı.
İşin ilginç yanı, her iki anlatım biçeminin birbiriyle örtüşmesidir.
*
1- El yazmalarındaki Hoca fıkrası anlatımı:
Hoca fıkralarının toplandığı kitaba eskiden 'letaif' derlermiş. Letaif bir Arapça sözcük; yaklaşık anlamı, güzel duygular uyandıran sözler, şakalar; 'latife' sözcüğünün çoğulu.
Tarihte pek çok letaif yazarı var, bizimkini diğerlerinden ayırmak için kitabın adına 'Letaif-i Hoca Nasreddin' ya da 'Letaif-i Hoca Nasreddin Rahmetullahı Aleyh' vb. ilavesini yapmışlar.
Prof. Dr. Günay Kut: "Bodleian OR 185 (adlı el yazması/kç), Hoca hikayelerinin, bilinen en eski istinsah (kopya edilmiş/kç) tarihini taşıyan nüshasıdır. 13 Cemazielevvel 979 / 3 Ekim 1571'de Hüseyin adlı birisi tarafından istinsah edilmiştir. ..Ekler dahil toplam 43 hikaye (içerir/kç.)" derken, ilk anlatılan fıkraların ne denli sınırlı sayıda olduklarının haberini vermektedir. (IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, II. cilt, s 148, Kültür Bakanlığı, 1992)
Fıkra sayısı günümüze gelindikçe -özellikle taş baskı döneminde- üçer beşer çoğalmakta, hurufat/matbaa teknolojisi devreye girdiğinde ise sayı yüzlerle ifade edilir hale gelmektedir. Bu gün bu sayı -Mustafa Duman'ın "Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası" kitabında olduğu gibi- binleri geçmiş durumdadır.
El yazmaları ve taş baskılarda -Arap harfleriyle Türkçe- fıkra anlatımına şöyle giriliyor:
Bundan anlaşılıyor ki Nasreddin Hoca fıkrası anlatımının bir seremonisi varmış; tıpkı anlatıcının masallara "bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde", ozanların öykülere "gahi Arzu, gahi Kamber, gahi Mecnun, gahi Leyla, öyle ya, her aşığın bir ahı varmış" girizgahıyla başlaması gibi.
Tümce düşüklüğünden, yinelemelerden, çizimlerin basitliğinden ve küfürlerin açık yazılmasından anlıyoruz ki el yazmalarını ilk, köy kökenli amatör yazarlar kaleme almışlar.
Bu nedenle seremoni korunmuş ve yazılı da olsa günümüze dek ulaşmıştır.
Kısaca söylersek, dönemin insanları Hoca fıkrası anlatacaksa önce 'Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar ve muhaddisan-ı ruzgar şöyle rivayet ve bu yüzden hikayat ederler ki Hace Nasreddin bir gün...' seremonisini sıralamak zorundaydı.
Günümüz kent insanı işe el atınca bu seremoniyi kaldırıp atmış.
Tarihte pek çok letaif yazarı var, bizimkini diğerlerinden ayırmak için kitabın adına 'Letaif-i Hoca Nasreddin' ya da 'Letaif-i Hoca Nasreddin Rahmetullahı Aleyh' vb. ilavesini yapmışlar.
Prof. Dr. Günay Kut: "Bodleian OR 185 (adlı el yazması/kç), Hoca hikayelerinin, bilinen en eski istinsah (kopya edilmiş/kç) tarihini taşıyan nüshasıdır. 13 Cemazielevvel 979 / 3 Ekim 1571'de Hüseyin adlı birisi tarafından istinsah edilmiştir. ..Ekler dahil toplam 43 hikaye (içerir/kç.)" derken, ilk anlatılan fıkraların ne denli sınırlı sayıda olduklarının haberini vermektedir. (IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, II. cilt, s 148, Kültür Bakanlığı, 1992)
Fıkra sayısı günümüze gelindikçe -özellikle taş baskı döneminde- üçer beşer çoğalmakta, hurufat/matbaa teknolojisi devreye girdiğinde ise sayı yüzlerle ifade edilir hale gelmektedir. Bu gün bu sayı -Mustafa Duman'ın "Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası" kitabında olduğu gibi- binleri geçmiş durumdadır.
El yazmaları ve taş baskılarda -Arap harfleriyle Türkçe- fıkra anlatımına şöyle giriliyor:
راويان اخبار و ناقلان اشر و محادشن روزكار شويله روايت و بو يوزدن حكايت ايدرلر كه خوجه ناصرالدين افندى بر كون
Bunun, Latin harfleriyle Türkçe anlamı şöyledir:
Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar ve muhaddisan-ı ruzgar şöyle rivayet ve bu yüzden hikayat ederler ki Hace Nasreddin efendi bir gün...Bundan anlaşılıyor ki Nasreddin Hoca fıkrası anlatımının bir seremonisi varmış; tıpkı anlatıcının masallara "bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde", ozanların öykülere "gahi Arzu, gahi Kamber, gahi Mecnun, gahi Leyla, öyle ya, her aşığın bir ahı varmış" girizgahıyla başlaması gibi.
Tümce düşüklüğünden, yinelemelerden, çizimlerin basitliğinden ve küfürlerin açık yazılmasından anlıyoruz ki el yazmalarını ilk, köy kökenli amatör yazarlar kaleme almışlar.
Bu nedenle seremoni korunmuş ve yazılı da olsa günümüze dek ulaşmıştır.
Kısaca söylersek, dönemin insanları Hoca fıkrası anlatacaksa önce 'Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar ve muhaddisan-ı ruzgar şöyle rivayet ve bu yüzden hikayat ederler ki Hace Nasreddin bir gün...' seremonisini sıralamak zorundaydı.
Günümüz kent insanı işe el atınca bu seremoniyi kaldırıp atmış.
1952 doğumluyum ve 13 yaşına dek Ardahan'ın Dedegül köyünde yaşadım. O bölgede kadınlı, erkekli ve çocuklu sohbet ortamlarında anlatılan Nasreddin Hoca fıkralarının tamamına yakını küfürlüydü. Çoğu kez anlatıcı toplumun büyüğü ve saygın kişisi olurdu. Kimse -kentlerde olduğu gibi- durup dururken "yeni duydum, gel sana da anlatayım" diyerek fıkraya başlamazdı; böylelerini "nereden icap etti de anlattın?" diyerek garipserlerdi. Fıkra, bir sohbet sırasında yeri denk geldiği için anlatılırdı. Yani, söz sahibi fıkraya, konuyu aydınlatması açısından başvururdu, fıkra bitince de sohbet kaldığı yerden normal seyrinde sürer giderdi. Bu bağlamda fıkralar işlevseldi; kısacık kahkaha faslı sohbetin ağırlığını kırar, gerginliği alır, konu nasihat verici olsa bile anlatıcıyı tatlı dilli yapardı. Belki bu kullanım özelliğinden, bir fıkra kırk kez anlatılsa da bayatlamaz, yüzyıllar önceki tazeliğini korurdu.
Bir de anlatıcı fıkraya başlamadan önce şu seremoniyi yapardı:
"Toprağı bol olsun, rahmetli Nasreddin Hoca'nın başından buna benzer şöyle bir hikaye geçmiş..."
*
Ne güzelmiş o günler...
Bir de anlatıcı fıkraya başlamadan önce şu seremoniyi yapardı:
"Toprağı bol olsun, rahmetli Nasreddin Hoca'nın başından buna benzer şöyle bir hikaye geçmiş..."
*
Ne güzelmiş o günler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)