Diğer Bloglarım:
Nasreddin Hoca Osmanlıca Ebru Sanatı Muhlis Yalaka Makaleler / koksalciftci@hotmail.com
[Karikatürlerini kullanmama izin verdiği için Erdil Yaşaroğlu'na teşekkür ederim...]

Şems-i Tebrizi Bir Alamut Prensi midir?


Geçen yıl, Şems-i Tebrizi'nin Makalat ve Bab-ı Aşk adlı eserlerini edinmek istedim, internet kitapçılarının çoğunda her iki kitap için de 'tükendi' yazısıyla karşılaştım. Birkaç baskısı yapılmasına karşın eserlere olan talep karşılanamıyormuş. İki popüler yazar, Ahmet Ümit ve  Elif Şafak romanlarında karakter olarak kullandıkları için okurun dikkatini Şems-i Tebrizi üzerine çekmiş olmalılar; kitaplar bunun için yok satıyor sanırım. Şu bir gerçeklik, bu günlerde ülkemizde Şems, televizyon yıldızları denli ünlü.
*
İyi de, kim bu Şems-i Tebrizi?
Eflaki, Muhammed b. Ali. b. Melekdad-i Tebrizi, (Ariflerin Menkıbeleri II, s 35, MEB) ve Abdulbaki Gölpınarlı, Divan-ı Kebir'in sunuş yazısında tam adınıMelikdad oğlu Muhammed Şemseddin-i Tebrizi olduğunu söylüyor.. (Mevlana, Divan-ı Kebir, c1, İş Bankası, 2008)
Oysa Devletşah, ünlü Tezkire'sinde Şems-i Tebrizi'nin bir Alamut prensi olduğunu yazar; aktaralım:
'Şeyh Şemsü'd-din'e gelince bu zat İsmaililerin daisi olan Kiya Büzürg (Hasan Sabbah'tan sonraki Alamut lideri / kç)'ün neslinden olan (Alamut 6. lideri / kç) Havend Celalü'd-din oğludur. Havend Celalü'd-din kendi baba ve büyük babalarının (İsmaili / kç) mezhep ve itikatını bırakmış, (sünni / kç) İslamiyet'in itikat esaslarını melahidenin (dinsiz İsmaliler'in / kç) kaleleri ve memleketlerinde yaymış idi. Celalü'd-din oğlunu ilim ve edep tahsili için gizlice Tebriz'e gönderdi. (Çocukluğunda İsmaili eğitimi almış olan / kç) Şemsü'd-din bir müddet Tebriz'de (sünni / kç) ilim ve edep tahsili ile meşgul oldu.' (Tezkire-i Devletşah, s 251, Tercüman, 1977)
Bize göre  Eflaki ve Gölpınarlı yanılıyor, Devletşah oğruyu söylüyor. Çünkü bilim dünyası İsmaililik konusuna son 70 yıldır ilgi duyuyor ve işini ciddiye alanlar Devletşah'a hak verir gibi.
*
1230'larda, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şems-i Tebrizi Konya'ya gelene dek şiir yazamamış. (H. Ritter, İslam Ansiklopadisi, c 3, s 53)
Daha ilk karşılaşmalarında öğrenci-öğretmen ilişkisi başlamış. Öğretmen Şems'in ilk işi, Mevlana'ya, babası Bahaeddin Veled'in zahiri bilgiler içeren kitaplarını okumasını yasaklamak olmuş. (Ariflerin Menkıbeleri II, s 43, MEB) Onu tam bir batıni yapmak için gece gündüz uğraşmış. Mesnevi ve Divan-ı Kebir'i okuyanlar, bunu başardığını görürler. O yıllarda Halife Nasır Lidinillah, Bağdat-Alamut-Konya hattında Moğol'a direniş ittifakı kurmuştu. Direnişi örgütlesinler diye de çeşitli bölgelere Hüccetler / Haceler / Hocalar atamıştı. O yılların Anadolu Hücceti, Hace Nasreddin'di. Fakat kısa süre sonra her üç merkezin prensleri babalarını öldürmüş, Lidinillah direniş ittifakını Moğol'a teslimiyet ittifakına dönüştürmüşlerdi. Yeni siyasi irade, tüm bölgelere yeni temsilcler gönderdi. Eski temsilciler de yeni siyasi görüşü tanımadılar ve babalarının siyasetini sürdürme kararı aldılar. Böylece ittifak, iki düşman kampa ayrıldı. Bu iki kampın Anadolu'daki eski siyasi lideri, Hace Nasreddin Mahmut el-Hoyi idi, yeni siyasetin lideri ise yeğeni Hürşah'ın bölge temsilcisi olan Şems-i Tebrizi'nin örgütlediği öğrencisi Mevlana Celaleddin Rumi oldu. Moğol yaklaştıkça herkes can derdine düştü, gerginlik tırmandı. Önce Hace Nasreddin, Şems'i Konya'da, sonra Mevlana, Hace Nasreddin'i sürgün yeri Kırşehir'de öldürttü. (M. Bayram, Ahi Evren-Mevlana Mücdelesi, s 42)
*
Konuyu daha anlaşılır kılmak için gelin biraz da Şems-i Tebrizi'nin geçmişinden, eğitiminden, görevlerinden ve bölgeyi alt-üst eden dönemin siyasi çekişmelerinden söz edelim:
1210'da babasını öldürten Celaleddin Hasan III, 6. Alamut efendisi olarak yönetimi ele aldı ve ilk icraatı, 'Kıyamet' uygulamasından 'Şeriat' uygulamasına geri dönüldüğünü ilan etmek oldu. Bu yıllarda Eyyubiler Mısır'daki İsmaili devletini yıkmış, Alamut'u halifesiz bırakmışlardı. Celaleddin Hasan III, İsmaililik'ten Sünni inancasına girdiğini de açıkladı. Halife Nasır Lidinillah onu yeni bir lakapla onurlandırdı; böylece adı Havend (yeni müslüman) Celaleddin oldu. Atılan bu adıma karşılık halife de -kimilerine göre Şii öğretiyi kabullenerek- askeri işleri Alamut yönetimine devretti. Hüccet / Hace / Hoca seçimini -anlaşma gereği- İsmali kökenlilerden Alamut yönetimi yapıyor, Sünni halife Lidinillah da seçilenlerin atamasını gerçekleştiriyordu. Karma öğretinin bu yeni Hüccetlerine Muallim, Molla, Hoca denir oldu. (F. Daftari, İsmaililer, s 550) Bu nedenle Hoca fıkraları bazen Bektaşi fıkralarına, bazen Sünni anlayışına yakındır.
Lidinillah, ünlü bilgin Sühreverdi'yi göndererek yeni Konya Sultanı Alaaddin Keykubat'ı törenle Fütüvvet üyesi yaptı ve Moğol'a direniş ittifakının üçüncü ayağı olarak atadı. (İbni Bibi, Anadolu Selçuki Tarihi, s 93) Anlaşma gereği Selçuklu, Alamut'a vergi verir oldu. (B. Lewis, Alamut Kalesi, s 207)
Şems'in vatanı Alamut Kalesi'nin temsili resmi.
Bu arada Havend Celaleddin, doğduğundan beri dedesinden dini-askeri İsmaili eğitimi almış olan çocuk yaştaki oğlu Şems'i Sünni öğretiyi öğrensin diye Tebriz'e gönderdi.
Yaklaşık 10 yıl sonra Alamut'ta darbe oldu, eşleri Havend Celaleddin'i zehirleyip öldürdüler. Yerine Şems'in küçük yaştaki üvey kardeşi Alaeddin Muhammed, 7. Efendi olarak getirildi. Bu, Şems için ölümcül tehlike demekti. Uzun süre Alamut'a gitmedi. İzini kaybettirmek için derviş kılığında ve Tebriz'li bir tüccarın oğlu kimliği ile Şam ve Anadolu'da dolaştı.
Büyüyen üvey kardeş Alaeddin, Alamut politikasını, Moğol'a direnme anlamı taşıyan Hasan Sabbah öğretisine geri döndürmeye çalışıyordu. Bu tavır onu, 'Moğol'a teslim olalım, canımız kurtaralım' inancındaki genç oğlu Rükneddin ile -ki bu fikri kafasına Hace Nasreddin el-Tusi'nin soktuğu söylenir- karşı karşıya getirmişti. Çatışma, 1255'te oğlun babayı öldürtmesiyle sonuçlandı.
8. Alamut Efendisi olan Rükneddin Hürşah, Lidinillah direniş üçlü ittifakını, teslimiyet ittifakına çevirdi ve Moğol bölge lideri Hülagu'ya Alamut'u teslim edeceğine dair haber gönderdi.
Bu arada Şems-i Tebrizi 60 yaşına gelmişti. Yeğeni Rükneddin Hürşah'ın teslimiyet siyasetini benimsedi, geçici olarak baba ocağına döndü, hatta Moğolistan'a gönderilen Alamut heyetine başkanlık bile etti. (F. Daftari, İsmaililer, s 579) Daha sonra yeğeni onu, İsmaili direniş örgütlenmesini teslimiyet örütlenmesine çevirmesi için Suriye ve Anadolu'ya bölge daisi olarak atadı. Amca-yeğen, bu başarılabilirse, Moğol'un kendilerine dokunmayacağına inanıyorlardı. Şems, bu hevesle Şam'dan Konya'ya geldi. Halife Nasır Lidinillah yanlısı Nasırcılar'ın, diğer adıyla Nasreddiniler'in eski direniş siyasetinde kararlı olduklarını gördü. Hatta prens oluşuna bakmaksızın onu dışlamışlardı da... O da, Nasır yanlılarıyla başından beri arası açık olan Mevlana'ya yöneldi. Mevlana, batıni bilgiden yoksun, kafası yüzeysel zahiri bilgiler dolu olduğu halde şair olabilmek için kıvranır durumdaydı. Şems, öğretmeni oldu, sıkı bir batıni / İsmaili eğitimle onu olgunlaştırdı, şiir yazabilir hale getirdi ve Rükneddin Hürşah'ın savaşmaksızın Moğol'a teslim olma politikasının Anadolu temsilcisi yaptı.
Gerisi biliniyor; ardından çekişmeler, kavgalar ve karşılıklı öldürmeler geldi.
*
Mevlana, bu savaşta en etkili silah olan hicvi / mizahı kullanmaya başladı ve Anadolu Hüccet'i Hace Nasreddin'i Cuha olarak sunar oldu. Cuha, Mısır, Suriye, Lübnan vb. gibi ülkelerde 200 yıl önce İsmaili Hüccetleri küçük düşürmek için yaratılmış etkili bir tiplemeydi. Yakıştırma, bu nedenle kısa sürede halk arasında kabul gördü.
Zamanla Cuha geri çekildi, Hace Nasreddin alenen söylenmeye başladı.
Nasreddin Hoca tiplemesi de böylece olgunlaşmış oldu.
*
Bu veriler bize 'Evet, Şems-i Tebrizi bir Alamut prensiydi' dedirtiyor.
Takdir ve karar elbette ki sizin.

Saltuk-Name'de Nasreddin Hoca



Saltuk-Name'yi Hoca uzmanları pek önemserler ve özellikle Ahi Evren ile Nasreddin Hoca'nın farklı kişiler olduğunun tanığı olarak sunarlar.
Oysa biz bu kaynağın bir hayli tartışmalı olduğu inancındayız.
*
Önce eser hakkında özet bilgi verelim:
Yazarının adı Ebül-Hayr-ı Rumi.
Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Cem Sultan tarafından görevlendirilen yazar, ünlü Bektaşi dervişi Sarı Saltuk'un yaşam öyküsünü derleyebilmek için Anadolu ve Rumeli'de yaklaşık 7 yıl dolaşır, rastladığı hemen her insandan söylence derler, notlarını düzenler, kitap haline sokar ve finansörü şehzade Cem Sultan'a sunar. Eser, Arap harfleriyle Türkçe yazılmış.
Şükrü Haluk Akalın Latin harfleri'ne çevirmiş, Kültür Bakanlığı da 1988'de 3 cilt olarak basmış.
*
Bizi ilgilendiren, eserin 2. cildi. Çünkü bu cildin 140-141 ve 180-181. sayfalarında diğer veliler yanında Nasreddin Hoca'dan da söz edilir. Okuduğunuzdan, 250 yıllık Selçuklu döneminde yaşayan tüm ünlülerin Nasreddin Hoca ile Sarı Saltuk'un yaşıtları olduğu fikrine kapılırsınız; şöyle:

"Andan Konya şehrine geldi, uğramayup dahi azm-i şehr-i Akyanos (Akşehir/kç) idüp gitti. Çünkim şehre gelüp yetişti, bir bağ kenarında kondı, birez dinlendi. Na-gah bir kişi çıkageldi, Seyyid'e (Sarı Saltuk'a/kç) selam verdi. Server (Sarı Saltuk/kç) sordi kim: 'Siz kimlersiz, sizi evvela bilelüm.' didi. Pes ol kişi eyitti: 'Sultanım, muhibbünüz duacı Hace Nasirü'd-din'dür, eğer ki işittüğünüz varsa' dedi. Server tebessüm eyledi. Zira bu Nasirü'd-din'ün halk içinde latifelerin söylerlerdi, kitabında malumdur, yazmışlardur." (s 140-141)
"Andan Server Malatya'ya gitti. ..Andan dönüp azm idüp Kır-Şehri'ne geldi. Andan ol şehirde olan velilerle bulıştı. ..Hacı Bektaş ve Ahi Evran ve Seyyid Yusuf-ı Kaşgari ve Uryan Baba, Toğan Baba ve hem niçe veliler gelüp anda cem olup sohbet eylediler. Server andan girü anlara veda idüp azm-i Konya eyledi. Anda dahi varup Hazret-i Mevlana ile Şems-i Tebrizi ile ve Hüsamü'd-din ve ehlu'llah gelüp hasbihal oldılar. Bir niçe gün sohbet kılup andan azm ider. Akyanos (Akşehir/kç) şehrine gitti. ..Pes Server andan durdı, Hace Nasirü'd-din evine geldi. (s 180-181)
*
Verilen bilgilere göre Ahi Evren ve Hace Nasirü'd-din aynı yıllarda yaşamış iki ayrı insandır. Diğer bilgiler ciddiye alınır türden olsaydı, bu bilginin doğruluğundan kuşku duymazdık.
*
Yukarıdaki metin her yönüyle bize güvenilir görünmüyor; bunu iki madde halinde açıklayabiliriz:
1- Ebül-Hayr-ı Rumi, Sarı Saltuk'u üç cilt içinde bize tam bir Süpermen olarak sunar.
2- Birbirleriyle asla dönemdaş olmayan insanları yan yana getirir, sohbet ettirir.
Şimdi bunları kısacık açmaya çalışalım:
1- 
Süper Sarı Saltuk
Kitabın 139 ve 140. sayfalarında Şu öykü anlatılır: Sarı Saltuk Horasan'da, Ceyhun Nehri kıyısındadır. Amacı Anadolu'ya gelmektir. Yol, aylar, belki yıllar sürecek uzunluktadır. Birden yanında Hızır belirir ve ona: 'Yum gözünü' der. Sarı Saltuk yumar. 'Aç gözünü' der, açar. Bakar ki, bir göz kırpma süresinde Ceyhun kıyısından Fırat kıyısına gelmiştir. Bu, gerçeklik olarak anlatılır. İşin ilginci, kitap bu tür öykülerle tıka basa doludur: Hazret doğa yasası tanımaz biridir, öyle ki bu kentte tahta kılıcını çeker savurur, öteki kentteki hasmının kellesini keser, uçurur. Suya atarlar boğulmaz, ateşe atarlar yanmaz. Görüştüğü insanların zaman aralığı 150 yıldan fazladır. Buna göre yaşı 200'e dayanmış olmalıdır, fakat hala kentler arası mesafeleri yaya  olarak ve çevik adımlarla alır.
2- 
Ölüyle Sohbet
Tarihsel belgelere ters anlatımlara yer verir.
Örneğin yukarıdaki ikinci alıntıda Sarı Saltuk önce Kırşehir'e gider, Ahi Evren'le görüşür. Yola devam eder, Konya'ya gelip Şems-i Tebrizi ile sohbet eder. Sorun şu ki Ahi Evren, Şems-i Tebrizi'yi öldürttüğü için daha önce hiç gelmediği Kırşehir'e sürülmüştür. Bu duruma göre, Sarı Saltuk'un Ahi Evren'den sonra Konya'da çoktan ölmüş olan Şems-i Tebrizi ile sohbet etmesi olanaksızdır.
*
Bu nedenle biz, bu kaynağın veri olarak kabul edilmesini doğru bulmuyoruz.

Nasreddin Hoca Fıkraları Nasıl Anlatılırdı?




Eski tarihlerde fıkralar günümüzdeki gibi arka arkaya anlatılmazmış.
Fıkra anlatmanın da bir adabı, bir seremonisi, bir 'raconu' varmış.
Bunu sizlere iki başlık altında aktarmaya çalışacağım:
1- El yazmalarındaki Hoca fıkrası anlatımı,
2- Halk arasındaki Hoca fıkrası anlatımı.
İşin ilginç yanı, her iki anlatım biçeminin birbiriyle örtüşmesidir.
*
1- El yazmalarındaki Hoca fıkrası anlatımı:
Hoca fıkralarının toplandığı kitaba eskiden 'letaif' derlermiş. Letaif bir Arapça sözcük; yaklaşık anlamı, güzel duygular uyandıran sözler, şakalar; 'latife' sözcüğünün çoğulu.
Tarihte pek çok letaif yazarı var, bizimkini diğerlerinden ayırmak için kitabın adına 'Letaif-i Hoca Nasreddin' ya da 'Letaif-i Hoca Nasreddin Rahmetullahı Aleyh' vb. ilavesini yapmışlar.
Prof. Dr. Günay Kut: "Bodleian OR 185 (adlı el yazması/kç), Hoca hikayelerinin, bilinen en eski istinsah (kopya edilmiş/kç) tarihini taşıyan nüshasıdır. 13 Cemazielevvel 979 / 3 Ekim 1571'de Hüseyin adlı birisi tarafından istinsah edilmiştir. ..Ekler dahil toplam 43 hikaye (içerir/kç.)" derken, ilk anlatılan fıkraların ne denli sınırlı sayıda olduklarının haberini vermektedir. (IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, II. cilt, s 148, Kültür Bakanlığı, 1992)
Fıkra sayısı günümüze gelindikçe -özellikle taş baskı döneminde- üçer beşer çoğalmakta, hurufat/matbaa teknolojisi devreye girdiğinde ise sayı yüzlerle ifade edilir hale gelmektedir. Bu gün bu sayı -Mustafa Duman'ın "Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası" kitabında olduğu gibi- binleri geçmiş durumdadır.
El yazmaları ve taş baskılarda -Arap harfleriyle Türkçe- fıkra anlatımına şöyle giriliyor:
راويان اخبار و ناقلان اشر و محادشن روزكار شويله روايت و بو يوزدن حكايت ايدرلر كه خوجه ناصرالدين افندى بر كون
Bunun, Latin harfleriyle Türkçe anlamı şöyledir:
Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar ve muhaddisan-ı ruzgar şöyle rivayet ve bu yüzden hikayat ederler ki Hace Nasreddin efendi bir gün...
Bundan anlaşılıyor ki Nasreddin Hoca fıkrası anlatımının bir seremonisi varmış; tıpkı anlatıcının masallara "bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde", ozanların öykülere "gahi Arzu, gahi Kamber, gahi Mecnun, gahi Leyla, öyle ya, her aşığın bir ahı varmış" girizgahıyla başlaması gibi.
Tümce düşüklüğünden, yinelemelerden, çizimlerin basitliğinden ve küfürlerin açık yazılmasından anlıyoruz ki el yazmalarını ilk, köy kökenli amatör yazarlar kaleme almışlar.
Bu nedenle seremoni korunmuş ve yazılı da olsa günümüze dek ulaşmıştır.
Kısaca söylersek, dönemin insanları Hoca fıkrası anlatacaksa önce 'Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar ve muhaddisan-ı ruzgar şöyle rivayet ve bu yüzden hikayat ederler ki Hace Nasreddin bir gün...' seremonisini sıralamak zorundaydı.
Günümüz kent insanı işe el atınca bu seremoniyi kaldırıp atmış.

2- Halk arasındaki Hoca fıkrası anlatımı:
1952 doğumluyum ve 13 yaşına dek Ardahan'ın Dedegül köyünde yaşadım. O bölgede kadınlı, erkekli ve çocuklu sohbet ortamlarında anlatılan Nasreddin Hoca fıkralarının tamamına yakını küfürlüydü. Çoğu kez anlatıcı toplumun büyüğü ve saygın kişisi olurdu. Kimse -kentlerde olduğu gibi- durup dururken "yeni duydum, gel sana da anlatayım" diyerek fıkraya başlamazdı; böylelerini "nereden icap etti de anlattın?" diyerek garipserlerdi.  Fıkra, bir sohbet sırasında yeri denk geldiği için anlatılırdı. Yani, söz sahibi fıkraya, konuyu aydınlatması açısından başvururdu, fıkra bitince de sohbet kaldığı yerden normal seyrinde sürer giderdi. Bu bağlamda fıkralar işlevseldi; kısacık kahkaha faslı sohbetin ağırlığını kırar, gerginliği alır, konu nasihat verici olsa bile anlatıcıyı tatlı dilli yapardı. Belki bu kullanım özelliğinden, bir fıkra kırk kez anlatılsa da bayatlamaz, yüzyıllar önceki tazeliğini korurdu.
Bir de anlatıcı fıkraya başlamadan önce şu seremoniyi yapardı:
"Toprağı bol olsun, rahmetli Nasreddin Hoca'nın başından buna benzer şöyle bir hikaye geçmiş..."
*
Ne güzelmiş o günler...

İki Çağdaş Hoca Fıkrası

1- 
GÖLE MAYA ÇALMAK
Hoca ülkeyi dolaşırken yolu Trabzon'a uğramış.
Tepeden bakınca Karadeniz'i ucu bucağı olmayan bir göl gibi algılamış.
Hemen çarşıya koşup bir bakraç yoğurt bir tahta kepçe satın almış, deniz kıyısına inmiş.
Başlamış kepçe kepçe yoğurt dökerek denizi çalkalamaya.
Trabzon halkı merak etmiş, başına toplanmış.
Aralarında da Temel varmış, yanaşıp Hoca'ya seslenmiş:
- Uşağum, ha burada ne yapiyisuuun?
Hoca da işine devamla demiş ki:
- Görmüyor musun, göle maya çalıyorum.
Temel sıkıntıyla başını iki yana sallamış:
- Ula Hoca, bu ne ziyanluktur? Ha bu kadar yoğurdu kime yeduracaksun?
***
2-
KAZAN DOĞURDU
Hoca komşusundan ödünç bir kazan almış.
Kazan pırıl pırıl, bir iki kez ya kullanılmış, ya kullanılmamış.
İşi bitince de içine küçük bir tencere koyarak iade etmiş.
Komşusu şaşırarak nedenini sormuş.
Hoca da demiş ki:
- Kazan doğurdu.
Komşu incelemiş, bakmış kazan hasar içinde, hurdaya dönmüş.
Sitemli bakışlarla Hoca'ya şunları söylemiş:
- Kazanın a... komuşsun Hoca. Doğurmasın da ne yapsın?

Nasreddin Hoca Nerelidir? 1



Hoca'nın nereli olduğu hakkında kimse net bilgiye sahip değil.
Genel kabul gören görüş, onun Sivrihisar'ın Hortu Köyü'nden olduğu.
Elde bu görüşü doğrulayacak kanıt var mı?
Bulduğunu söyleyenler var, biz bulamadık.

*
İncelemeciler ve Hoca yazarları neden böyle düşünüyor?
Bunun değişik etkenleri var.
En temel dayanakları, ünlü tarihçi Fuat Köprülü'nün, fıkraları dizeler haline dönüştürerek 1918 yılında yayımladığı "Nasreddin Hoca" adlı eserinde, Bursalı Mehmet Tahir Bey'in 'Nasreddin Hoca'nın Biyografisi' metninden aklında kalanları aktararak verdiği kırık dökük bilgilerdir.
(Bursalı Tahir Bey, Osmanlı Müellifleri, c I)
Köprülü, anılan eserinin girişine bir 'Başlangıç', bitimine de bir "Hoca'ya Dair" metni eklemiş,
başlangıç metninde de -Tahir Bey kaynaklı- şu bilgilere yer vermiştir:
'Bundan otuz sene kadar evvel "Sirihisar" müftüsü iken vefat eden, "Hüseyin" efendinin eski sicilattan iktibas ederek yazdığı "Mecmua-i Maarif" adlı yarım eserde Hoca'nın hayatına dair verilen ..tafsilata göre Hoca Nasreddin 605'de, Sivrihisar"ın mulhakatından "Hortu" karyesinde doğmuştur. Babası Abdullah Efendi, karye imamıydı. Hoca "635"de, o aralık o taraflarda büyük bir şöhret kazanan "Seyyid Mahmud Hayrani" ve "Seyyid Hacı İbrahim Sultan"a intisab maksadıyla, babasından mevrus karye imamlığını "Mehmed" adlı bir halifesine bırakarak "Akşehir"e hicret etmiş ve "683"de orada vefat etmiştir.' (Nasreddin Hoca, s 22, Akçağ, 2004)
İlginç olan, Köprülü'nün verdiği bu bilgilerin hemen hepsinin nesnel dayanaktan yoksun olmasıdır.
Soru şudur: Saygın ve ünlü bir tarihçi böylesi vahim bir hatayı nasıl yapmıştır?
Köprülü, hataları gösterilince kızıp konuya küstüğü için Hoca Nasreddin adını ölene dek bir daha  ağzına almamış. Bu nedenle sorunun doyurucu yanıtı şimdiye dek bulunamamıştır.
*
Köprülü'nün verdiği bilgideki hatalar nelerdir?
1-
"Hüseyin" adlı müftünün alıntı yaptığı 'sicilat', yani devlet arşivi yoktur. Çünkü 1243'te Anadolu Selçuklu Devleti'ni Moğol işgal etmiş, devlet arşivleri de bu işgal yıllarında yok edilmişti. Bu nedenle kadı "Hüseyin"in dönem "sicilat"ına (Konyalı, Akşehir, s 731) bakabilmesi söz konusu olamazdı.
2-
Bugüne dek, kadı Hüseyin'e ait "Mecmua-i Muarif"adlı bir esere rastlanamamıştır.
Çünkü "Mecmua-i Muarif", bir süreli yayın, bir dergi adıdır. (Kaya Erginer, Nasreddin Hoca, s 29) Bu Eski Türkçe dergi, Osmanlı'nın son yıllarında, başta İstanbul olmak üzere yurdun çeşitli illerinde yayın yapmıştır. Başlarda bilimsel inceleme ve makalelere de yer veren bu dergi son yıllarında sayfalarını yalnızca 1. Dünya Savaşı haberlerine ayırmıştır. Eğer yazdıysa -ki ben devlet arşivlerince internete konmuş yüzlerce Osmanlıca sayfasını taradım, bulamadım- söz konusu makale bu derginin İstanbul sayılarında yayımlanmıştır; ama yok.
(http://sureli.mkutup.gov.tr/detail.php?id=676)
3-
Köprülü'nün metninde Hoca'nın Akşehir'de "Seyyid Mahmud Hayrani" ve "Seyyid Hacı İbrahim Sultan" adlarında iki öğretmeni olduğundan söz ediliyor. Verilen bilgiye göre bu şahıslar en azından dönemdaş olmalılar. İbrahim Hakkı Konyalı, "Akşehir-Nasreddin Hoca'nın Şehri" adlı eserinde konuya yer vermiş ve mezar taşı yazıları ile vakfiyelerdeki tanıklık belgelerini yayımlayarak adı geçen bu iki öğretmenin en az 100 yıl arayla yaşadığını kanıtlamıştır. (Konyalı, Akşehir, s 732) Buna göre Hoca Nasreddin yalnız Seyyid Mahmud Hayrani'nin öğrencisi olabilirdi. Belgeler Seyyid Hacı İbrahim Sultan'ın ise Hoca'dan yaklaşık 100 yıl sonra doğmuş olduğuna tanıklık ediyor.
Dolayısı ile bu bilgi de güvenilir olmaktan uzaktır.
4-
Nasreddin Hoca'nın ölümü için 683 tarihini vermektedir. Oysa, Akşehir'de bulunan mezar taşında 386 yazmaktadır. Köprülü, dönem yetkililerinin Hoca Nasreddin'in şakacılığını belirtmek için bilerek tersten yazdıklarını söylemektedir. Bu bir yorum, gerçeklik değil...
Tarihi kayıtlar, ilk Hoca Nasreddin tiplemesinin Mesnevi'nin yazımının başladığı yıllarda ortaya çıktığını göstermektedir. Mesnevi yaklaşık 1259-1268 yılları arasında yazılmıştır. 1237'de Hoca Nasreddin'i -dolaylı da olsa- anımsatacak yazılı belge yoktur. Dolayısıyla önerilen 1237 tarihini, Hoca Nasreddin'in ölüm yılı olarak kabul etmemiz doğru olmaz.
*
Sonuç olarak söylersek:
"Hoca Nasreddin Sivrihisar'ın Hortu Köyü'nde doğmuştur" bilgisi temel tarihsel verilerden yoksunluğu nedeniyle ciddiye alınamaz bir varsayımdır.
*
Bize göre ilk Hoca Nasreddin, Şeyh Hace Nasreddin Ebu'l-Hakayık Ahi Evren Mahmud b. Ahmet
el-Hoyi'dir.
Ölüm tarihi 1261'dir. Bilgiler de tarihsel verilere dayanmaktadır.
Ondan sonraki yıllarda birçok Nasreddin Hoca daha gelmiştir.

Nasreddin Hoca'nın Kısa Tarihi



2009'dan beri Nasreddin Hoca'nın Tarihi adlı bir incleme kitabı yazmaya çalışıyorum.
Bu süre içinde eserin yaklaşık 150 sayfasını ancak kaleme alabildim.
Çalışmamın yavaş ilerlediğinin farkındayım, bu, benim için de bir sıkıntı.
Nedeni, eldeki verilerin yetersiz, belgesiz ve söylenceye dayalı olması...

Hoca/Hocalar, Anadolu/Rum Selçuklu Devleti döneminde yaşamış.
Tiplemenin ilk kahramanı, II. Gıyasseddin'in sultan olduğu yıllarda doğmuş. Bu yıllar, aynı zamanda Moğol'un Anadolu'ya askeri olarak ciddi boyutta ilk girdiği yıllar.
Moğollar, istila sırasında savaşmadan/direnmeden teslim olan ülkelerde insanların canına kıymıyor, saltanatlarını yıkmıyor, yalnızca vergiye bağlıyor; askeri direnme karşısında ise, 7'den 70'e herkesi öldürüyor, devletlerini de tarihten siliyorlar.
Buna göre Anadolu Selçuklu yönetimindeki halkın önünde iki seçenek var:
Ya Moğol'a direnecek, ölecek, ya da işbirliği yapıp sağ kalacak, kukla olacak.
II. Gıyaseddin'in oğulları ve onların devlet adamları işbirliğini,
Erdil Yaşaroğlu'nun çağdaş Hoca yorumu...
Anadolu Yabgulu Türmenleri ve Nasreddiniler de direnmeyi seçiyor.
Bu iki zıt tercih, sarayla Türkmen halkı karşı karşıya getiriyor.
Öyle ki birbirlerini yermeye, iğnelemeye ve öldürmeye başlıyorlar.
'Moğol'a teslim olalım, canımızı kurtaralım' diyenlerin başında Mevlana Celaleddin-i Rumi,
'Direnelim, ölümü göze alıp Moğol'u topraklarımızdan atalım' deyinlerin başında da Şeyh Hace Nasreddin Ebu'l-Hakayık Ahi Evren Mahmud b. Ahmet el-Hoyi varmış.
Mevlana, Arapların 200 yıllık Cuha'sının fıkralarını Hace Nasreddin Ahi Evren'e adapte ediyor. Onu bilgisiz, hırsız, oğlancı, kadın düşkünü, sahte kadı vb. göstermeye başlıyor.
Yabgulu Türkmenleri de liderlerini ve kendilerini savunmak için adaletli, bilgili, aile babası, bilgin, güvenilir kadı, yurtsever, Moğol'la alay eden karşı Hoca fıkraları üretiyorlar.
• Birinci Nasreddin Hoca tiplemesi böylece oluşuveriyor.
Her ikisi de aralıklarla devlet yönetiminde etkili olmuşlar.
Ahi Evren güçlüyken, Mevlana'nın Alamut prensi hocası Şems-i Tebrizi'yi Konya'da,
Mevlana etkiliyken de Ahi Evren'i ve öz oğlu Alaeddin'i Kırşehir'de öldürtüyor.
Aradan yaklaşık 30 yıl geçiyor, Kastamonu civarında Çobanoğulları devlet kuruyor.
Liderlerinin adı, Muzafereddin Yavlak Arslan Bey. Bu bey Karamanlı ve diğer Türkmen liderleriyle birleşip Moğol'la savaşmaya başlıyor. Yenilmiyorlar ama savaşta Arslan bey ölüyor. yerine oğlu geçiyor.
Oğlunun adı Hace Nasreddin Mahmud b. Muzafereddin Yavlak Arslan.
• İkinci Nasreddin Hoca işte bu şahıs oluyor.
Tarih süreci içinde toplam kaç kişiye ulaştıklarını bilmiyoruz. Ama yaklaşık 200 yıl sonra Timur karşısında da varlık sürdürdüklerine göre sayıları bir hayli fazla olmalı.
Fatih Sultan Mehmet döneminde artık söylence durumundaymışlar.
Zamanla tipleme tek kişi olarak algılanır olmuş.
Bu algı, günümüzde de sürüp gidiyor...